2018 Şubat’ında 38 kişilik bir tur grubuyla Avustralya ve Yeni Zelanda’ya bir gezi yaptım. Frankfurt’tan başlayan turun benim dışımdaki tüm katılımcıları Alman’dı. Üç haftalık gezinin bir haftası Avustralya’yı, iki haftalık bölümü ise Yeni Zelanda’yı kapsıyordu. İlk bakışta koskoca Avustralya’ya sadece bir hafta, çok daha küçük Yeni Zelanda’ya iki hafta ayrılmış diye düşünülebilir.
Aslında her iki ülkeye de çok daha uzun zaman ayrılabilir ve zaman dolu dolu kullanılabilir, ama üç haftalık bir zaman kısıtınız varsa ağırlığın Yeni Zelanda’ya verilmesi, ülkenin doğasının değişkenliği nedeniyle doğrudur. Bu konuda beni ilk uyaran Moskova’da iş nedeniyle karşılaştığım ve ailesinin bir bölümü Yeni Zelanda’da yaşayan bir İrlandalı olmuştu. Üç haftanın sonunda ne kadar haklı olduğunu anladım.
Yeni Zelanda Avustralya’nın 2000 km güneydoğusunda, üç büyük, 700 kadar küçük adadan oluşan bir ülke. Üç büyük ada, güneyden kuzeye doğru sıralarsak, Stewart Adası, Güney ve Kuzey adaları. Yüzölçümü 268 bin m2 olan bu ülkenin nüfusu 5 milyon civarında. Toplumun %15’i ülkenin yerlileri olan Maoriler, geri kalanı ağırlıklı olarak Avrupa kökenliler. Son zamanlarda bir miktar uzak doğulu da gelmiş ama sayıları son derece kısıtlı ve ticari başkent Auckland dışında pek yoklar.
Nüfusun yaklaşık % 50’si kendisini herhangi bir dine bağlı olarak görmüyor. Ülkenin başkenti Kuzey Adası’nın güney ucundaki Wellington. Ticari başkent Auckland da aynı adanın kuzeyinde yer alıyor. Kişi başı milli gelir 50 bin ABD doları civarında, yani bizden altı kat daha fazla.
Yeni Zelanda’ya ilk ulaşan Avrupalı, Abel Tasman isminde bir Hollandalı. Zaten ülkenin adı da Hollanda’nın kuzey bölgelerinden Zeeland’dan geliyor. Maoriler ise Uzun Beyaz Bulut Ülkesi diyorlarmış. Maoriler bu adalara 1230-1250 yılları arasında, 40-50 kişilik uzun ahşap kanularla Fiji ve Polinezya’dan gelmişler. Onlardan önce bugünkü Yeni Zelanda’da insan yaşamıyormuş.
Abel Tasman’ın adına dünya haritalarında iki önemli yer var. Biri Avustralya’nın güneyindeki Tasmanya, diğeri ise Avustralya ile Yeni Zelanda arasındaki Tasman Denizi. Abel Tasman 13 Aralık 1642’de Güney Adası’na ulaşmış . Su tedariki için sahile yolladığı dört gemici kanularla gelen Maoriler tarafından öldürülünce karaya çıkmaktan vazgeçip yoluna devam etmek zorunda kalmış. Maoriler ise öldürdükleri Hollandalılar’ı pişirip afiyetle yemişler.
Bu olaydan sonra uzunca bir süre Yeni Zelanda’ya Avrupa’dan başka ziyaretçi gelmemiş. Sonunda İngilizler, 1769’da James Cook komutasında Yeni Zelanda’ya ayak basmış. Cook’un ekibinde bir de Tahitili bir gemici varmış. Onun sayesinde Maoriler’le anlaşabilmişler. Hem de pişirilmekten kurtulmuşlar.
Yeni Zelanda’ya, Avustralya’nın Brisbane kentinden üç buçuk saatlik bir uçuşla ulaştık. Yani mesafe İstanbul-Paris arası kadar. Ülkeye varış noktamız Güney Adası’nın Christchurch kenti oldu. Çanakkale Muharebeleri’nden bizleri çok iyi tanıyan bu ülkede, pasaporttan Almanlar’dan çok daha kolay bir şekilde geçtim. Türk olduğumu duyan pasaport memurları, pasaportumu elden ele dolaştırıp, ilgiyle incelediler, sonra gülerek bana geri uzattılar.
Yani Zelanda’yı Avustralya’dan ayıran özelliklerinden biri şu: Avustralya başlangıçta bir ceza kolonisi olarak kullanılırken, Yeni Zelanda’ya düzgün insanlar yönlendirilmiş. Güzel iklimi, mümbit toprakları, Avustralya’dan farklı olarak tehlikeli hayvanların olmaması bunda rol oynamış.
Christchurch’ta ilk beyaz nüfus yerleşimi 1840’ta olmuş. Kasabayı, tarım alanlarına yakın bir bataklığı kurutarak kurmuşlar. 1800’lerin ikinci yarısında kentleşme hız kazanınca, Christchurch’ün imarında İngiltere’nin Oxford kenti mimarisi esas alınmış. Kente de İngilizlerin dışında kimsenin yerleşmesine izin verilmemiş. İskoçlar başka bir şehir kurmak zorunda kalmış. Daha güneyde adı Dunedin konan bir yere yerleşebilmişler. Christchurch’ün ekonomisi tarım, hayvancılık ve tekstil üzerine kuruluymuş.
Rehberimiz Avusturya’dan evlilik sonucu Yeni Zelanda’ya göç etmiş bir kadındı. Grup Alman olunca, rehberin de Almanca bilmesi lazım tabii.
22 Şubat 2011’de kent öğlen saatlerinde 6.4 şiddetinde bir depremle sarsılmış. Daha önce hiç deprem olmadığından kent merkezinden geçen fay hatları bilinmiyormuş. Zemin de bataklık olduğundan sıvılaşma olmuş, 170 civarı insan ölmüş. Bu arada kent merkezindeki katedralin ön cephesi yıkılmış ve tam oradan geçen ve burada post-doktora yapan Ankaralı bir akademisyen hanım ölmüş.
Rehber kendisiyle otelin lobisinde sohbet ederken şehrin hemen yanındaki tepenin sönmüş bir volkan olduğunu anlattı. Bunu duyunca deprem olmasına bu kadar şaşırmaları bana çok garip geldi.
Ertesi gün otobüsle yola çıktık. Güneye doğru dümdüz bir ovada iki saat kadar yol aldık. Bölgede epey tarım yapılmakla birlikte esas hayvancılık vardı. Ekilen bitkiler bile hayvanlara yem olarak düşünülmüş. Yüzlerce sığır, binlerce koyun gördük. Öğle yemeği için Geraldine diye bir kasabada durduk. Sonra yol güneybatı yönünde yükselmeye başladı. Arazi çoraklaştı. Artık karşımızda da Yeni Zelanda Alpler’i vardı. Bunları Güney Alpleri olarak adlandırıyorlar.
Rehberimizin anlattığına göre, Alpler 800 km uzunluğunda ve Güney Adası’nın kuzeyinden güneyine 800 km boyunca batı sahiline paralel olarak uzanıyormuş. Batı sahili, dağların da etkisiyle, Tasman Denizi üzerinden çok yağmur alırmış. Alpler’in en yüksek noktası Cook Dağı, 3755 m. Hemen yanında Tasman zirvesi var. O da 3500 m imiş. Bizim Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı gibi birbirlerine çok yakın.
Ülkenin kuzey güney doğrultusunda uzunluğu ise 2000 km civarıymış. Türkiye’nin doğu batı mesafesinden çok daha uzun. Beş milyon nüfuslu ülkede koyun adedi ise 20 milyonmuş. Eskiden 70 milyonmuş ama, ürünlerini satamadıklarından sürüler küçülmüş. Bu kadar hayvan da zaten çevreyi olumsuz etkilemeye başlamışmış.
Yolculuk bizi Burkes Boğazı’ndan sonra iki buzul gölünün yanına getirdi. Bunların adı Tekapu ve Pukaki. Pukaki’den puslar içerisinde Cook ve Tasman zirveleri görünüyordu.
Ülkenin oldukça güneyine inmiş olduğumuzdan ve rakım da yükseldiğinden, hava iyice serinlemeye başladı. Isı 11 dereceye düştü. Kışın buralarda adam boyu kar olurmuş. Zaten etrafta kayak tesisleri göze çarpıyordu. Kuzey Adası’ndan buralara kayağa gelinirmiş.
O geceyi ufak bir yerleşkede geçirdik. Dağın öbür tarafında yağışlı bir havanın bizi beklediği konusunda da uyarıldık. Akşam yemeğinde bölgenin meşhur somon balığı ve yerel beyaz şarabı vardı. Somonun mangalda pişirilmesi, üzerine zeytinyağı ve limon sosu fikrimi aşçı pek beğendi ve derhal uyguladı. Bundan sonra artık menüye de girecekmiş.
Ertesi sabah yeniden yola düzüldük ve 920 metre yüksekliğindeki Lindis Boğazını aştık. Doğa sürekli değişiyordu. Ada’nın ortasından güneye doğru iniyorduk. Buralarda 1860’da altın bulunmuş. Ağırlıklı olarak Çinliler buralara akın edip nehirlerde altın aramışlar. Beş yılda da altın tükenmiş. Her zaman olduğu gibi madencilerin çoğu sefil olmuş, onlara lojistik sağlayanlar ise zengin.
Yolun iki tarafında Avustralya’da da olan ‘station’ denilen büyük çiftlikler var. Genellikle merinos yetiştiriliyor. Sığır da süt için yetiştiriliyormuş.
Bölgeye eti ve kürkü için Avustralya’dan getirilen ‘possum’ isimli hayvan, bu ülkede düşmanı olmadığından başa bela olmuş. Ülkeyi bu hayvandan temizlemeye çalışıyorlarmış. Sayılarını, 1970’de 70 milyon iken, 2009’da ancak 30 milyona indirebilmişler. Büyükbaş hayvanlara hastalık geçirdiklerinden sıkı mücadele ediliyormuş. Tavşan da başka bir bela imiş.
Koyunların ve sığırların kontrolü için Colly-Labrador kırması köpekler yetiştiriliyormuş. Dört yıl eğitilen, 5-6 yıl görev yapan bu köpekleri çok önemsiyorlar. Onlar olmadan geniş alanlarda, özellikle eğimli alanlarda, hayvancılık mümkün değil düşüncesindeler. Daha sonra emekliye ayrılan bu köpeklere ailenin büyüğü muamelesi gösterilirmiş ve büyük saygı görürlermiş. Hatta bu cefakar, son derece akıllı hayvanlar için bir anıt bile dikmişler.
Yeni Zelanda’da Manuka denen bir çalının özlerinden üretilen Manuka balı da çok önemseniyor. Dünyanın en organik ve sağlıklı balı olduğu iddia ediliyor. Fiyatları 250 gr için 11 ABD dolarından 110 dolara kadar çıkıyor. Kalitesine göre bir puanlama sistemi var. Fiyatları da balın aldığı puana göre değişiyor. Kontrol sistemi son derece ciddi. Uluslararası düzeyde ciddi tanıtım faaliyetleri var. Tadına baktım; bal işte! İçinde farklı ne var, onu bilemedim.
Yol boyu pek çok üzüm bağının yanından geçtik. Yeni Zelanda’nın beyaz şarabı meşhurdur ama bu bölgenin bilinen şarabı Pino Noir, yani kırmızı şarap. Yeni Zelanda şaraplarının fazla bekletilmeden 2-3 yıl içerisinde tüketilmesi öneriliyor. Burası adanın en güneyinde bulunan şarap bölgesi, dolayısıyla kışın don riski varmış. Yel değirmenleri, ısıtıcılar ile, hatta gerekirse üzerlerinde helikopterle uçarak havayı hareketlendirip, donu engelliyorlarmış. Bizim gibi üzümü kurutup ucuza satmayı akıl edememişler…
Daha sonra büyük bir meyve plantasyonunun marketinde durduk. Sahipleri Yunan kökenli bir kadınla eşiydi. Değişik meyvelerden tadıp kırmızı uru erik satın aldım. Tanımadığım meyveler de vardı. Bir de incir salamı diye bir şey gördüm. Ne olduğunu tam anlayamadım. Kökeni İtalya imiş. Eşime e-posta ile incir salamından bahsettim. İnternette yaptığı araştırmalar sonucunda tarifini öğrendi ve Kıbrıs’taki bahçemizde bol miktarda yetişen incirlerden tatlı ve baharatlı iki çeşidini üretmeye başladı. Eş, dost, akraba arasında epey popüler oldu. 2021 Aralık ayında yayınladığı yemek kitabına da tarifini koydu.
(devam edecek)
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.