Kuzey Kıbrıs’ta yaşıyorsanız ve güneye geçmenize izin veriliyorsa bu olanaktan zaman zaman yararlanmadan olmuyor. Adanın Türk tarafında hemen hemen her yeri defalarca gezmişseniz Doğu Akdeniz’in kan gölüne dönmüş coğrafyasında zaten kolaylıkla gidebileceğiniz başka bir yer de yok. Hele Türkiye’yi de oldukça dolaşmışsanız.
Bir İstanbullu olarak ben Kuzey Kıbrıs’a ilk kez turist olarak 1977’de geldim. Evlilik nedeniyle de, 1995’te KKTC vatandaşı oldum. 2004 Annan Planı referandumunun öncesi karşılıklı geçişlere izin verildiğinden beri ara sıra ben de güneye geçmeye başladım. Kuzeyde bulunmayan bazı ürünleri almak için Lefkoşa’nın Rum tarafına Lokmacı barikatından yaya olarak yaptığım geçişler dışında bugüne kadar yedi kez de arabayla geçmişim. Bunlardan ikisi Larnaka Havalimanı’na misafir karşılama ve uğurlamak için yapılan yolculuklar idi. Diğer geçişlerim gezi amaçlı oldu. Bu sınır geçişlerinde doğal olarak bazı gözlemlerim de oldu. Bunların bazılarını hemen sıralayayım.
Bu adanın insanları aslında birbirine çok benziyor. Sokakta gördüğünüzde konuşmalarını dinlemezseniz ayırt etmeniz oldukça zor. Ancak, güneyde kilisenin toplum üzerindeki etkisinin çok güçlü olduğu da seziliyor. Osmanlı döneminde Ortodoks kilisesine verilen ayrıcalıklar nedeniyle de kilise oldukça zenginmiş.
İlk güneye geçtiğim dönemlerden beri dikkatimi çeken bir diğer konu, AB fonları sayesinde yapılan altyapının izolasyonlar altındaki kuzeye oranla çok daha gelişmiş olduğu. İletişim altyapısı, otoyollar vs güneyde çok daha gelişmiş durumda. Mevzuat, demokrasi, adalet de AB sayesinde daha gelişmiş durumda. Ancak bir Rum devlet dairesinde bir yakınımın hakkı olan bir işlemi sonuçlandırabilmek için 750€ rüşvet vermek zorunda kaldığını da söylemeliyim. Sonuçta onlar da aslında Ortadoğulu!
Halk genelde kuzeyde yaşayan Türkler’e karşı dostça davranıyor. Nitekim evimize de davet ettiğimiz Rum arkadaşlarımız da var. Ama KKTC plakalı bir araçla otoyolda giderken aracımızın sıkıştırılması gibi bazı olaylar da yaşamadım değil. Sınır geçişlerinde Türkiyeli olduğum KKTC kimliğimden hemen anlaşıldığından, bir keresinde çok kötü bir muameleyle karşı karşıya kaldığımı da hiç unutamıyorum. Ama genelde Rum pasaport memurları son derece güler yüzlü ve dostça davranıyorlar. Güneye geçmeme izin verilmesine rağmen araç kullanmama izin verilmiyor. Zaten pek de heveslisi değilim, o da başka.
Türkiye doğumlu bir KKTC vatandaşı olarak ben KKTC’yi kendi toprağım olarak görürken, güneyi hep bir yabancı ülke olarak değerlendiriyorum. Üstelik pek de dostane olmayan bir ülke… Sokakta başım derde girerse toplumun ve polisin nasıl davranacağı konusu beni huzursuz ediyor. Bu huzursuzluğu Yunanistan’da hissetmediğimi de hemen vurgulayayım. Eşim gibi Kıbrıslı ailelerden gelenler için ise durum epey farklı. Onlar tüm adayı kendi ülkeleri olarak görüyor. Geçenlerde bir turla güneye yaptığımız gezide rehberimizin Rum kesimiyle ilgili coğrafi ve tarihi anlatımında hep ‘biz/bizim’ diye bahsetmesi benim için bu duygunun en bariz örneklerinden biriydi.
Gelelim gezinin kendisine. Organizasyonu Kuzey Kıbrıs Üniversiteli Kadınlar Derneği tarafından yapılan bir tura eş durumundan yararlanarak ben de katıldım. 45 kişilik grupta erkek görünümlü üç kişiydik. Görünümlü diyorum zira şimdi Batı’da siz kendiniz nasıl tanımlıyorsanız o cinsiyet kabul edilebiliyor. Yani bir itiraz gelseydi LGBT+ kapsamında ’Ben kendimi kadın olarak hissediyorum size ne oluyor?’ diye bir savunmam da hazırdı. Ne de olsa Güney Kıbrıs bir AB ülkesi!
Gezi bir cumartesi sabahı Ledra Palas barikatında başladı. Yayan geçtiğimiz sınır kapısının Rum tarafında otobüse binerek yola çıktık. İstikamet Kakopetria! Daha önce de gitmiş olduğum Kakopetria Trodos dağlarında bir yerleşim birimi. Daha önce buraya bir arkadaşımızla Güzelyurt yakınlarındaki Bostancı sınır kapısından geçerek gitmiştik.
Petra Yunanca’da kaya anlamına geliyor. Ürdün’deki Indiana Jones filmlerinden bildiğimiz antik Petra kentine de bu ad kayalara oyulmuş bir yerleşke olmasından dolayı verilmiş. Ben bir de Midilli adasının kuzeyinde Petra isimli bir köy görmüştüm. Anlaşılan Doğu Akdeniz’de yaygın bir isim.
Gideceğimiz köyün adının Kakopetria (Rumca kötü kaya) olmasının ise bir hikayesi var. Anlatıldığına göre yeni evliler buradaki büyük bir kayanın önünde bir hatıra fotoğrafı çektirirlermiş. Fakat bir gün bu kaya yeni evli bir çiftin üstüne düşerek ölümlerine neden olmuş. Rumca “kako” kötü anlamına geldiğinden kayaya Kakopetra denmeye başlanmış. Yerleşkenin adı da Yunan diline uygun olarak Kakopetria (Kötü Kayanın Yeri) olmuş. Biz de her iki gidişimde önünde fotoğraf çektirdik ama bir kakalık etmedi bize…
Kakopetria Lefkoşa’nın 55 km güneybatısında. Lefke’nin güneyine düşüyor. O nedenle Lefkoşa’dan Kakopetria’ya uzanan yol uzunca bir süre yeşil hattı takip ediyor. Sağ tarafınızda Güzelyurt ve daha da arkasında Güzelyurt Körfezi’ni görüyorsunuz. Türk tarafındaki Angolem/Taşpınar Köyü hizasında yol güneye dönüyor ve Trodos dağlarına tırmanmaya başlıyorsunuz.
Kakopetria 667 metre yükseklikte 1200 nüfuslu bir köy. Bir vadinin iki yamacına yerleşmiş. Köyün bulunduğu yerde Türkçe’deki isimleriyle Karayotis Deresi ile Gargara Deresi birleşiyor ve Çakıllı Dere adını alıyor. Sonra da Türk tarafına geçerek Güzelyurt Körfezi’ne ulaşıyor. Kakopetria’nın bulunduğu vadinin adıysa Türkçe’de Sulak veya Sulhiye olarak geçiyor. Nedeniyse toprağın sulanabilir ve tarıma elverişli olmasıymış.
Bugün Trodos dağlarında turizmden para kazanan bu köyün tarihi de epey eskilere dayanıyor. Kakopetria 1192’de Üçüncü Haçlı Seferi döneminde Kıbrıs Aslan Yürekli Richard tarafından Fransa’nın Luzinyan kasabasını yöneten ve kralın vasalı olan bir aileye devredilince Kakopetria da Fransız yönetimine geçmiş. Lüzinyan dönemi Kıbrıs’ta refahın en yüksek olduğu dönem olarak biliniyor. Köyün civarında 11. yüzyıldan kalma başta Agios Nikolaos (Aya Nikola) olmak üzere dokuz kilise varmış. Köyün tarihi aslında daha da eskilere, 6.-7. yüzyıla kadar uzanıyormuş.
Bir yerde kahvemizi içtikten sonra köy içerisinde kısa bir yürüyüş yaptık. Etrafı ormanlarla kaplı, vadinin iki tarafına yerleşmiş, sakin bir tatil arayanlar için çok çekici bir yer. Ancak, bir sırtta gördüğüm, yanında bir Yunan bayrağı dikili EOKA yazısı bu kadar uluslararası turizme açık bir köyde garibime gitmedi de değil. Herhalde 1950’lerde İngilizlere karşı verilen bağımsızlık mücadelesi anısına diye düşündüm ve Türkler’e saldıran EOKA-B değil neyse diye değerlendirmeye çalıştım. Ama bazı Rumların şövenist duygularının hala güçlü olduğunu da düşünmeden edemedim. Turistik bir kasabada garip, hatta biraz ayıp bir durum.
Kakopetria’da büyük bir keyif alarak dolaştıktan sonra yeniden yola koyulduk. Oldukça virajlı bir yoldan dağa tırmanmaya başladık. Amyantos isimli eski bir madenci yerleşkesinin yanından geçtik. Amyantos asbest anlamına geliyor. Bir zamanlar inşaatlarda pek popüler bir yapı katkı malzemesi olan asbestin daha sonra akciğer zarı kanseri yaptığı anlaşılınca bu madenler doğal olarak terkedilmiş. Liflerin solunması sonucu oluşan bu kanser türünden dünyada pek çok insan öldü. Bunlardan biri de bir zamanlar asbest kullanılan gemilerde çalışan Steve McQueen’dir. Tabii Amyantos madeninde çalışan pek çok isimsiz madenci de bu kansere yenik düşmüş. O nedenle yol kenarında onların anısına bir madenci heykelinin dikilmiş olduğunu gördük.
Bir süre sonra Trodos Merkez diye anılan bir yere geldik. Etrafta bir yerleşim birimi yok gibiydi. Sadece yakındaki bir tepenin üstünde ABD’ye ait olduğu söylenen bir radar tesisi göze çarpıyordu. Onun dışında bir iki restoran/kafe, bir hediyelik eşya mağazası ve asfaltla kaplı büyük bir meydan vardı. Restoranların olduğu tarafta dağlar ve aralarındaki ormanlarla kaplı vadiler etkileyici bir manzara oluşturuyordu.
Yeniden yola çıktık: hedef Omodos köyüydü. Burada 13:30’da toplu öğle yemeği için ön rezervasyon yapılmıştı. Restorana sekiz dakika gecikmeyle vardık. Burası Japonya veya İsviçre değil Akdeniz. Dolayısıyla son derece dakiktik diyebiliriz.
Omodos Lefkoşa’ya 80 km mesafede ve Limasol kazasına bağlı bir dağ köyü. Yerleşik nüfusu sadece 300 civarındaymış. Köyün geliri turizm ve şarapçılıktan geliyormuş. AB bu köye turizmi canlandırmak için epey bir kaynak aktarmış, ancak köy tüm gerçekliğini kaybetmiş ve adeta bir film platosuna dönüşmüş. Bence çok yazık olmuş. 20 yıl kadar önce köye giden ve otantisitesinden etkilendiklerini söyleyen arkadaşlarımız da bu nedenle biraz hayal kırıklığına uğradılar.
Restoranda çok doyurucu bir kleftiko yedik. Türkiyeliler için bir açıklama: Kleftiko hırsız kebabı anlamına geliyor ve tüm Kıbrıs’ta popüler. Anlatıya göre sürü otlamaya çıktığında hırsızlar bir koyunu kaçırıp, bir mağarada pişirirlermiş. Duman çıkıp fark edilmesin diye de mağaranın ağızını sıkı sıkıya çamurla sıvarlarmış. Biz aslında bu kebabı Anadolu’da kuyuda pişiriyoruz da kleftiko gibi bir hikaye uyduramamışız. Kuyu kebabı ile kleftikonun görüntüsü de tadı da aynı.
Yemekten sonra rehberimizin yönlendirmesiyle köyün daracık sokaklarında gezinmeye başladık. Bir cam atölyesi, pek çok AirBnb’ye dönüştürülmüş köy evi, kafeler, barlar, hediyelik eşya satan mağazalar aralara serpiştirilmişti. Tabii her yer çiçeklerle ve ufak tefek çizimler vs ile bezenmiş, çekici hale getirilmişti.
Bölgedeki 50 civarında şarap üreticisinin önemli bir bölümünün Omodos içerisinde de mekanları var. Hem tadım yapılıyor hem de istenirse satın alınıyor. Bu bölgede yetişen üzümlerle Portekiz’in Port şaraplarına benzeyen Kıbrıs’ın meşhur Comandaria tatlı şarabı ve İtalyan’ların Grappası’na, Gürcülerin Çaça’sına benzeyen Zvania’sı (zivaniya diye okunuyor) üretiliyor. Yerel mavro üzümlerinden klasik kırmızı şarap üretme çabası da var ama, bu kadar sıcak iklimde ve küresel ısınma etkisini artırırken ben bu konuda pek ümitvar değilim.
Girdiğimiz bir dükkanda bize değişik likörler ikram edildi. Badem likörü, kavun ve antep fıstığı likörü gibi seçenekler vardı. Tabii onlar Antep demiyor Halep fıstığı diyor. Bu coğrafyada Türkiye pek sevilmiyor. Türk kahvesinin adı da Kıbrıs kahvesi, hiç olmazsa Yunan kahvesi… Ben Halep fıstığı likörünü tattım ve hemen Irish Cream içtiğim izlenimine kapıldım. Satıcıya sorduğumda ‘evet o içkinin anavatanı Kıbrıs’tır. Buradan Sicilya’ya, oradan Napoli’ye sonra da İrlanda’ya gitmiştir’ dedi. Aklım yatmadı. Eve gelince internette epey bir araştırdım. Öyle bir şey gerçekten söz konusu değilmiş. Bu ürünü İrlanda’da Gilbeys of Irland firması İrlanda viskisi, kreması ve kakao kullanarak tasarlamış ve 1974’de de Baileys firması piyasaya sürmüş.
Otobüsün kalkmasını beklerken köyün kafelerle dolu ana yolunda bir yere oturduk. O sırada yolun sonunda bir kilise ve önünde bir büst dikkatimi çekti. Altında da uzunca bir açıklama vardı. Gidip yakından baktım. Açıklamaya göre büstü yapılan papaz efendi 1821 Yunan bağımsızlık savaşı esnasında Omodos’tan kalkıp Yunanistan’a gitmiş ve orada 10 Temmuz 1921’de Türkler tarafından boğazlanmış (slaughtered). Yani öldürülmüş şehit düşmüş filan değil, boğazlanmış! Bu büst ve altındaki yazı köyün turistik açıdan en önemli yerine İngilizce olarak konmuş. Ve bu kafadaki insanlarla bizim taraftaki şövenistler günün birinde bir federasyon/konfederasyon halinde barış içerisinde birlikte yaşayacaklar…Hayırlısı diyelim.
Hava kararmaya yüz tutarken yeniden otobüsümüze bindik ve bir buçuk saat sürecek olan Lefkoşa yoluna çıktık. Dönerken, bu güzel doğa parçasında insanlar neden huzur içerisinde yaşamaktansa şövenist duygular ve emperyalist kışkırtmalarla birbirlerine bu kadar acı çektirmişler diye düşündüm.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.