Geçen haftaki anlatımımda Balat’ta kalmıştım. Aslında Balat’ta iki Agora Meyhanesi’nin enteresan hikayesinden Merdivenli Yokuş’a kadar anlatacak pek çok konu var ama hepsini üç bölümlük bir yazıya sığdırmak olası değil. O nedenle Balat anlatımını burada kesip Ayvansaray yönüne yaptığımız yürüyüşle yazıma devam edeceğim..
Sahil yolunda ilerlerken biraz sonra karşımıza Haliç kıyısındaki Balat Or-Ahayim Hastanesi çıktı. Hastane Balat Yahudilerine hizmet vermek üzere 1898’de Padişah II.Abdülhamit döneminde özel ferman ile kurulmuş. Or-Ahayim de hayat ışığı anlamına geliyormuş. Başlangıçta bir sağlık ocağı olarak düşünülmüş. Balkan Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar yaralı Türk askerlerine de hizmet veren hastane İstanbul’un köklü sağlık kuruluşlarından biri olma özelliğini hala koruyor.
Hastaneyi geçtikten sonra Ayvansaray’ın arka sokaklarına girdik. Ayvansaray aynı zamanda İstanbul’un kara surlarının Haliç’e ulaştığı nokta. Görmek istediğimiz ilk yer Vlaherna Meryem Ana Kilisesi’ydi. Geniş, bakımlı bir bahçeden girilen bu Ortodoks kilisesinin ilk hali 474 yılında tamamlanmış. 1860’da bugünkü kilise inşa edilmiş. 6-7 Eylül 1955 olaylarından nasibini almış olan bu yapının iki özelliği var.
Bunlardan biri Pazar ayinlerinin Cuma günleri yapılması. Milattan sonra 627’de bir cuma günü, kenti kuşatmış ve düşürmek üzere olan Avarlar’ın, Meryem Ana’nın gökte belirmesi ve arkasından ortaya çıkan sel, fırtına gibi olaylar nedeniyle kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldıkları inanışı, bu uygulamaya neden olmuş.
İkinci özelliği ise kilisenin altında bir su kaynağı olması. Yani burası aslında bir ayazma. Kilisede Hazreti İsa’nın kefeninden olduğu söylenen bir parça bez de saklanırmış ancak 13. Yüzyıl’daki Latin istilası sırasında Torino’ya götürülmüş. Tıpkı İstanbul Sultanahmet’teki hipodromdan Venedik’e götürülen Quadriga Atları gibi.
Ayazmadaki gümüş çerçeve içindeki, kucağında çocuk İsa’yı taşıyan Meryem ikonası ise İstanbul’daki Rum kiliselerindeki en eski ikonalardanmış. Kilisedeki görevliler boya badana nedeniyle kapalı olan kiliseyi görmemizde bize büyük kolaylık gösterdiler.
Kiliseden çıktıktan sonra sola dönüp rampayı çıkmaya başladık. Sağ tarafta dikkatimizi çeken bir yapılaşma vardı; Millennium Istanbul Golden Horn Hotel… Evleri ve sokaklarıyla mahallenin bir kesiti yeniden yaratılmış. Otele ek olarak apartlar, ev ve ofisler de var. Projenin yatırımcısı bize anlatıldığı kadarıyla Ayvansaraylı imiş. Mimarı da Sinan Kafadar.
Yokuşu çıkınca karşınıza Anemas Zindanları çıkıyor. Anemas Zindanları Tekfur Sarayı’nın (Blakhernai Sarayı) bir parçası. Ne sarayın ne de zindanların hangi tarihte yapıldığı bilinmiyor. X. veya XI.Yüzyıl’da inşa edildikleri sanılmakta. Pek çok Türk filminde “kahpe Bizans” sahneleri bu zindanda çekilmiş.
Bu yoldan sur boyu devam ederseniz, Tekfur Sarayı’nın yanından Kariye Camii’ne ulaşırsınız. Biz zaman darlığı nedeniyle Edirnekapı yönüne daha fazla devam etmedik. Zaten bu rotayı Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nden başlayarak yokuş aşağı yapmak da daha akılcı olur.
Biz ise doğuya dönerek Emir Buhari Tekkesi’nin bulunduğu dar sokağa girdik. Sokağın sonundaki tekkeye yaklaşırken bir bahçe içerisinde futbol oynayan 10-12 yaşlarında çocuklar gözümüze çarptı. Çocukların hepsinin başında bir sarık vardı. Bahçenin içerisinde kapısı açık bir bina bulunmaktaydı. Kapısında hiçbir tabela olmadığından da bir bilgi sahibi olamadık. Kendilerini izlediğimizi gören çocuklardan biri bize neşeyle ‘ben Neymar’ım’ diye seslendi. Beyinlerine sokulmak istenen belli kalıplara rağmen, bu iletişim çağında çocuğun örnek almaya çalıştığı kişi Brezilyalı bir futbol yıldızıydı…
Kilisenin yanından geçerek tekrar sahile çıktık. Ayvansaray istasyonundan tramvaya bindik ve Eyüp Alibeyköy istikametine devam ettik.
Tramvay dediğime bakmayın, aslında Avrupa’da yaygın olarak kullanılan banliyö trenlerini andırıyordu. Eyüp’te durmayıp, Silahtarağa-Alibeyköy yönünde son durağa kadar devam ettik. Haliç’teki iki adanın yanından geçtik. Daha sonra Eyüp Devlet Hastanesi’nin önünden Silahtarağa’ya ulaştık. Tramvay hattı ile kıyı arasındaki yeşil alan yüzyıl öncesindeki gibi bir mesire yerine dönüşmüştü. Aileler buraya gelmiş, hem eğleniyor, hem de dinleniyorlardı. Çuval yarışı yapan bir grup bile vardı.
Çocukluğumda dedemle yaptığım gezilerde Eminönü-Alibeyköy otobüsünden Silahtarağa durağında iner, Alibeyköy Deresi’ni köprüyle aşar ve derenin diğer tarafından 49 numaralı Skoda marka Taksim otobüsüne binerdik.
O zamanlar kente elektrik sağlayan ve kömürle çalışan elektrik santralı hala faaldi. 1983’te kapatılan santralin açılışı 1914’e dayanıyor. Tarsus’taki ufak bir hidroelektrik santralinden sonra Osmanlı’nın ilk elektrik santrali. O zamanlar, saraya ve kentin yeni yeni kurulmakta olan tramvay şebekesine enerji sağlarmış. Kömür ilk dönemler gemilerle Zonguldak’tan getirilirmiş. Ancak, Rus donanması gemileri batırınca Silahtarağa’dan Karadeniz sahiline bir dekovil hattı döşenmiş ve santralin gereksinimi Ağaçlı kömürlerinden sağlanmış. 1906 Eyüp doğumlu olan babaannem bu dekovil hattını anlatırdı. Santral artık Santralistanbul adı altında Bilgi üniversitesi kampüsü içerisinde bir sanayi müzesine dönüştürülmüş durumda. Üniversiteden sınıf arkadaşım Halil Güven’in rektörlüğü zamanında ben de gezme fırsatı bulmuştum.
Biz tramvayla Alibeyköy istikametinde yola devam ettik. Yine babaannemin anlattıklarına göre senede bir kez babası fayton tutar, Eyüp’ten Alibeyköy’e uzun bir yolculuktan sonra günübirlik gezmeye gelinir, mesire alanlarında vakit geçirilirmiş.
Alibeyköy’e vardığımda gözlerime inanamadım. Çocukluğumda İstanbul’un salaş kenar mahallelerinden bir olan Alibeyköy, şimdi İkinci Çevreyolu’nun hemen altında modern binaların olduğu bir mahalleye dönüşmüş. Karayolu ulaşımına ek olarak bizim de kullandığımız tramvay ve Mecidiyeköy- Mahmutbey metro hattının kesiştiği bir aktarma noktası haline gelmiş. İkinci bir metro hattının inşaatı da planlanıyormuş. İkinci Çevreyolu’na yakınlığı nedeniyle Alibeyköy’de şehirlerarası otobüslerin kalktığı bir cep otogarı da var.
Yeniden tramvaya binip, geldiğimiz yoldan Eyüp’e geri döndük. Eyüp Camii’nin yanından geçerek Eyüp Meydanı’na geldik.
Eyüp Cami, Lala Mustafa Paşa, Ebu Suud Efendi, Sokollu Mehmet Paşa, Sultan Reşat gibi İslam ve Osmanlı tarihinin önemli kişiliklerinin mezarları bu yakın çevrede. Ama bölgeye adını veren Hazreti Eyyub El-Ensari. Biz Türkler tarafından Eyüp Sultan olarak adlandırılır. 576’da Medine’de doğan Eyüp Sultan, Hazreti Muhammed’i Hicret sonrası yedi ay süreyle evinde ağırlamış. Kendisiyle birlikte Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber Savaşları’nda, Mekke’nin fethinde bulunmuş. Ayrıca Hazreti Muhammed’in vahiy katiplerindenmiş. 669’da Arapların ikinci Bizans kuşatmasında şehit düşmüş ve bugün Eyüp adını verdiğimiz mahalde gömülmüş. Mezarı Fatih’in hocası Akşemsettin tarafından bulunmuş ve türbe inşa edilmiş.
Osmanlı padişahları Eyüp Sultan Türbesi önünde yapılan kılıç alayı ile tahta çıkarmış. Babaannemin anlattığına göre Osmanlı döneminde Eyüp’te her isteyen oturamazmış. Ev yaptırmak için saraydan özel izin almak gerekirmiş.
Eyüp Meydanı’nı geçip çarşıya girdik. Çarşının hemen başında Tülbentçi Muhittin Sokak’a saptık ve karşıma benim için çok anlamı olan bir yapı çıktı; babaannemin doğduğu ve evlenene kadar oturduğu ev! Bu evi daha önce 2000’li yılların başında ilk kez görmüştüm. Babaannem ve Danimarka’da yaşayan amcamla Eyüp’e gelmiştik ve babaannem evi eliyle koymuş gibi bulmuştu. O zamandan beri altına bir kuaför açılmış. Ben fotoğrafı çekerken pencereden bir kadın da bizi izliyormuş, eve gelip fotoğrafa bakınca fark ettim. Evimin fotoğrafını niye çekiyor bu adam diye endişelenmiş olmalı.
Babaannemin komşu evde adı Cenap olan bir arkadaşı varmış. Küçüklüğünde bahçede onunla birlikte oynarlarmış. Babaannem 102 yaşında vefat etti. Ölmeden uzun yıllar 4.Levent’in hemen girişinde 46 metrekarelik bir dairede yaşadı. Cenap Bey, iki üç ayda bir babaannemi ziyaret ederdi. Tam bir İstanbul beyfendisiydi. Birlikte çay içer, çocukluk günleri üzerine sohbet ederlerdi. Bir zaman sonra gelmez olmuştu…
Babaannemin babası Fethi Bey Eyüp Camii’nin baş imamıymış. Evde sesini hiç yükseltmeyen, bağırıp, çağırmayan bir kişiliği varmış. Çevresinden de büyük saygı görürmüş. Oturduğu yer de camiye yürüyüş mesafesindeki bu tipik Türk eviymiş.
Ben Eyüp Camii’ne hayatımda iki kez gittim. İlkinde yedi yaşındaydım ve sünnet öncesi dedem tarafından götürülmüştüm. O zamanın önemli İstanbul adetlerinden biriydi. Dedem içinden kısa bir dua okumuştu. Herhalde o sayede sünnetimi kazasız belasız atlatmıştım.
Daha sonra 1974 yazında, bu geziyi yaptığım sınıf arkadaşlarımdan Haluk’la birlikte gitmiştik. Daha doğrusu ben onu götürmüştüm. O yaz ikimiz de liseden mezun olmaya çalışıyorduk. Ben matematik ve biyolojiden, Haluk ise biyolojiden bütünlemeye kalmıştı. Ağustos ayında caminin bir köşesinde sınavları verip mezun olabilmek için dua etmiştik. Haluk için belki dua desteğine gereksinim yoktu, ama benim durumum, hoca bana takmış olduğundan tam Allahlıktı ve ben o Eylül mezun olup, Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmış, bir de üstüne hazırlık atlama sınavını vererek doğrudan birinci sınıfa yazılabilmiştim. Acaba Baş İmam Fethi Bey, torununun oğluna iyi bir referans mı vermişti?
Daha sonra telefrikle Piyer Loti Tepesi’ne çıkıp Haliç’e tepeden bakmak ve birer çay içmek istiyorduk. Ancak, telefrikte çok uzun bir kuyruk vardı. Mezarlığın içerisinden, ya da Çarşı’nın arkasından tepeye uzanan yoldan yaya çıkmak oldukça yorucu olduğundan vazgeçtik. Zaten zamanımız da daralıyordu ve günü tamamlarken yapmak istediğimiz bir aktivite daha vardı. Motorla Eyüp İskelesi’nden Haliç boyunca bir gezi yapmak…
Eyüp’ten kalkan vapurumuz hemen Eyüp’ün karşısında bulunan Sütlüce’den başlayarak Karaköy’e kadar tüm iskelelere uğradı. Her biri son derece güzel bir şekilde restore edilmiş olan iskelelere uğrarken etraftaki güzellikleri de izlemek, Altınboynuz’un tadını denzden çıkarmak, gezinin sonunda bizler için ayrı bir keyif oldu.
Sütlüce eskiden tam bir mezbelelikti. Çocukluğumda dedemle yaptığımız Haliç gezilerinde, İstanbul’un mezbahasının bulunduğu bu yerde denizin kanla kaplı olduğunu ve etrafta korkunç bir kirlilik olduğunu hatırlıyorum. Mezbaha artık restore edilmiş ve bir kongre merkezine dönüştürülmüş. Özgün mimarisiyle oldukça etkileyici.
Karaköy’e kadar süren yolculuğumuzda Haliç’in her köşesinin ayrı bir güzelliği olduğunu tekrar gözlemledim. Tek can sıkan görüntü, Haliçport kapsamında sahile bir duvar gibi inşa edilen yüksek yapılar oldu. Otel olarak izin alınan bu felaket şimdi rezidansa dönüştürülüyormuş. Herhalde Araplara satılacaklar.
Bu çirkin görüntünün karşısında ise Ayvansaray- Balat-Fener hattı bir tezat teşkil ediyor ve hoş bir görüntü sunuyordu.
Gezinin sonunda motorumuz önce Atatürk Köprüsü’nün, sonra metro köprüsünün altından geçerek Galata Köprüsü’ne yaklaşırken bu sefer İstanbul’un en önemli simgelerinden biri olan Galata Kulesi bütün ihtişamıyla karşımızdaydı.
Ben Karaköy’de motordan indim. Erenköy’de oturan Ahmet ve Bakırköy’de oturan Haluk ise Marmaray’a binmek üzere motorun son durağı olan Üsküdar’a doğru yollarına devam ettiler. Dokuz saat süren Altınboynuz gezisi böylelikle sona ermiş oldu.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.