Bu yılın iki büyük olayı COVID19 salgını ve Kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimleri olacak gibi görünüyor. Her iki olayın da sosyal, politik ve ekonomik yansımaları oluyor ve önümüzdeki yıllarda da bunların etkilerini tüm dünyada hissedeceğiz.
Türkiye de bu gelişmelerden payını alacak ve maalesef bu konularda hiçbir hazırlık yapılmıyor. Ben bu yazımda ekonomik pek çok gelişmeden sadece bir tanesini ele alacağım ve Türkiye’nin durumunu inceleyeceğim.
AB COVID19’un yarattığı büyük ekonomik kriz nedeniyle çok ciddi bir finansal genişlemeye gitti. Almanya’nın da tarihsel nedenlere dayanan, klasik enflasyon ve paranın değerinin düşmesi ihtimaline karşı uyguladığı son derece tutucu para politikasından vazgeçmesiyle, üye ülkelere AB kaynaklarından çok büyük oranda kredi ve hibe verilecek. Bu kaynakların nerelerde kullanılırsa AB’nin COVID19 sonrası döneme daha iyi hazırlanacağı ve rekabetçi olmaya devam edeceği de düşünülmüş. Sonuçta, kaynak kullanımı için öncelikli konulardan biri olarak da küresel ısınmanın yavaşlatılmasına yönelik üretim ve teknolojiler ön plana çıkarılmış durumda.
Bunlar arasında güneş enerjisinden elektrik üretiminde randımanın arttırılması, pil/batarya teknolojilerinin geliştirilmesi, atmosfere salınılmış karbondioksitin emilerek azaltılması gibi teknolojiler var. AB şirketlerinin yenilenebilir enerjiyle üretim yapması, çelik, çimento, inşaat, nakliye gibi sektörlerin karbon salınımının en aza indirilmesi, bina izolasyonlarının standardının yükseltilmesi ve yaygınlaştırılması gibi pek çok çevreci konuya yatırım teşvik edilecek.
Bu aslında Almanya’nın ülke stratejisi olarak da görülebilir. Almanya 1970’lerden beri çevre konusunda belli teknolojileri geliştirir, bunu ülkesinde standart haline getirir, sonra bu standart AB standardına dönüşür. AB standardı da ticari ilişkilerle tüm dünyada belirleyici olur. Çevreci dizel motorlar, atık su arıtma tesisleri, organik pestisit kullanımı gibi bu konuda sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Sonuçta da, motoru belli standartlara uymayan bir taşıtı, AB’ye ihraç edemeyeceğiniz gibi, kabul edilmeyen bir pestisitin kullanıldığı tarım ürünlerini, vs de Avrupa’ya satamazsınız. Türkiye’deki otelinizin atık su arıtma sistemi de AB standardında değilse AB tur operatörleriyle çalışamazsınız.
AB, COVID19 krizini bir fırsata çevirmek için yukarıda belirttiğimiz pek çok çevreci teknolojiye öncülük ederken, yeni çıkacak ürünlerin, hiç olmazsa başlangıçta daha pahalı olabileceğini de düşünüyor. Bu durumda kendi şirketlerini korumak için bazı tedbirler de almayı planlıyor. Birlik içerisinde çevreci yöntemlerle daha pahalıya üretilecek ürünleri korumak için karbon salınımına dikkat etmeyen ülkelerden yapılacak ithalata karbon vergisi konması planlanıyor. Yani siz konfeksiyon, otomotiv, havuç, üzüm, demir-çelik, beyaz eşya üretirken karbondioksit salınımı fazla olan elektrik santralinden aldığınız enerjiyi tüketiyorsanız, yahut çimento, demir-çelik üretirken karbon salınımınız AB’nin limitlerinin üzerindeyse, ürününüz AB sınır kapısına geldiğinde yüklü bir vergi ödeyeceksiniz ve malınız AB ülkelerinde üretilen ürünlerden daha pahalı hale gelebilecek. Bu şartlara uyum sağlayan üçüncü ülkeler karşısında da AB pazarında dezavantajlı duruma düşeceksiniz.
ABD’ye bakarsak, Joe Biden’in seçimi kazanması halinde çevreye yapacağı yatırımın 3 trilyon USD’yi bulması olası. Onlar da tarife dışı kısıtlamalar veya vergilerle çevreci olmayan ülkelerden yapılacak ithalata kısıtlama getirecekler.
Türkiye’nin bir an evvel tedbir alması lazım, bu konuda seferberlik ilan etmesi gerekiyor, ama yapmıyor. Nedeni, kamu özel sektör işbirliğiyle (KÖİ) yapılan enerji yatırımları, sadece hazineye para sağlamak için yapılan plansız özelleştirmeler ve verilen anlamsız garantiler. Tabii bu yatırımlardan belli kişilerin sağlamakta olduğu avantalar.
Ülkeler karbon salınımlarını 2050 yılına kadar 2000’li yılların başındaki düzeylere indirmeye çalışırken, hatta bazıları karbon salınımını net sıfıra indirmeyi planlarken, biz ekonomik ömrü en az 30 yıl olan kömüre ve linyite dayalı yeni santraller kurmak ve bunu kuranlara yıllarca alım garantisi vermek peşindeyiz. Karbon salınımı çok yüksek olan demir-çelik, çimento ve inşaat sektörleri ekonomimizin temel direkleri arasında. Şu anda Türkiye’nin dünyada karbon salınımı en yüksek olan 19. ülke konumunda olduğunu da unutmayalım.
Rüzgara, jeotermale ek olarak, güneş enerjisine de büyük önem vermemiz gerekiyor ama, hükümet bu işi büyük şirketlere güneş enerjisi tarlaları inşa ettirerek yaptırma peşinde. Aynı otoyollar, köprüler, havalimanları, tüneller, hastanelerde olduğu gibi ekonomik olmayan, fakirden belli kişilere kaynak aktarımına dönüşen projeler peşindeyiz.
Güneş enerjisini en ucuza, hazineye en az yük olacak şekilde üretmenin yolu çatı üstüne konan güneş panelleri, ama Türkiye’de yeterince yaygınlaşmıyor. Nedeni mevzuat. Güneş paneli yatırımının, bu harcamayı kendi cebinden yapan kişiler açısından ekonomik olması için, tüketmediği elektriği şebekeye anlamlı bir formül kapsamında satabilmesi, üretmediği zamanlarda da geri satın alabilmesi gerekir. Bizdeki mevzuat bilinçli olarak bu işin tüketici açısından ekonomik olmasını engelliyor.
Sonuç olarak, Türkiye ihracatta pek yakında karbon vergisiyle yüz yüze gelecek ve zengin ABD’ye, AB ülkelerine milyarlarca dolar vergi ödeyerek, o ülkelerin refahına katkıda bulunacak. Halbuki, bu paraları yurtiçinde doğru kullanıp ekonomisini düşük karbon salınımına göre yeniden yapılandırsa, hem teknolojisi gelişecek, hem de ihracatının rekabetçiliği artacak.
Yapay gündemler üretmek yerine, bir an evvel bu tür konulara yoğunlaşmazsak Türkiye olarak daha da fakirleşeceğiz.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.