Birleşik Devletlerin Soğuk Savaştaki en başarılı dış politika programı Marshall Planı’ydı ki bu Plan, aynı zamanda, tartışmasız bir şekilde Birleşik Devletler tarihinin tüm zamanlarının da en başarılı dış politika programıdır. Fransa, İtalya, Birleşik Krallık, Batı Almanya ve diğer ülkelere (Türkiye ve Yunanistan gibi) Planda yer alan 13 milyar Dolarlık yardım yapılması harap durumdaki Avrupa’da ekonomik toparlanmayı hızlandırarak insanların moralini artırmış ve sosyal çalkantı içindeki bu ülkelerde komünizmin cazibesini azaltmıştır. Planın ekonomik etkileri herkes tarafından iyi bilinmekle birlikte, savaş sonrasında düşük düzeyde seyreden gerginlikleri artırarak iki kutuplu dünyanın ortaya çıkmasına katkıda bulunduğu göz ardı edilmektedir. Plan kapsamında Almanya’ya yapılan yardımlarla Batının işgali altındaki bölgelerin ayağa kalkması sonucu, bu bölgenin Batı Almanya olarak bütünleşmesi Avrupa’nın hem doğusunda hem de batısında yenilenen Alman gücünden duyulan korkuyu yeniden canlandırmıştır. Bu korkular, NATO’nun kurulmasına ve Avrupa’nın bölünmesine yol açan önemli etkenlerden biridir.
Plan hakkında yukarıda ileri sürülen düşünceler, Benn STEIL’in üzerinde iyi çalışılmış büyük bir stratejik perspektif ortaya koyan The Marshall Plan: Dawn of the Cold War (Marshall Planı: Soğuk Savaşın Şafağında) adlı kitabının ana temasını oluşturmaktadır. Dış İlişkiler Konseyinin de üyesi olan Steil, Marshall Planı’nın stratejik bir başarı sağlamasına rağmen, gelişen Soğuk Savaşa güçlü bir katkısı olduğunu ileri sürmektedir. Steil’e göre daha kışkırtıcı olanı ise, Dışişleri Bakanı George Marshall -Planın adı da buydu- ve Dışışleri Bakanlığı Yeni Politik Planlar Bölümünün Başkanı George Kennan gibi Amerika’nın kilit politika yapıcıları bu girişimin Doğu Avrupa’da Sovyet çöküşünü tetikleyeceğini ve Avrupanın bölünmesini sağlamlaştıracağını biliyorlar ve adımlarını buna göre atıyorlardı. Başkan Harry Truman yönetimi için maliyetiyle mutsuzluk veren bu takası kabul etmek akıllıcaydı. “Marshall Planı işe yaradı” diyor Steil, “Böylelikle Birleşik Devletler Avrupa’da atacağı adımları menfaat ve gücünü dengeleyecek, kendi nüfuz alanına alamadığı, bir Sovyet Bölgesi olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda kalmıştır.”
Savaş Sonrasının Planlanması
Steil, bu dönemde ABD’nin stratejik düşüncesine ilham veren ‘gerçekçiliği’ artmakta olan jeopolitik ilgiye ve İngiliz coğrafyacı Halford Mackinder gibi düşünürlerin etkisine bağlıyor. Bu etkiler doğru olmakla birlikte, dış politikasının gerçekçilik üzerinde oturtulmasına Amerika’nın Nazi Almanyası ve Militarist Japonya ile yakın geçmişteki savaşlarından aldığı dersler daha büyük önem taşımaktadır. Marshall’ın Birleşik Devletlerin Avrupa’nın ayağa kaldırılmasına katkıda bulunmaya gönüllü olduğunu açıklamasından iki yıl önce, 1945’te, Frederick Dunn, Edward Mead Earle, William T.R. Fox, Grayson Kirk, David Rowe, Harold Sprout ve Arnold Wolfers gibi saygın uluslararası ilişkiler uzmanları Brooking Enstitüsü için yaptıkları çalışmada ülkenin öncelikli ulusal güvenlik zorunluluğunun rakip veya bir düşmanın veya oluşturulacak bir koalisyonun Avrasya’nın kontrolünü ele geçirmesini önlemek olduğunu tespit ettiklerini belirten bir yazı yazdılar. Yaptıkları çalışmada; İkinci Dünya Savaşı’nın Birleşik Devletlere verdiği en büyük dersin tüm Avrupa ve Asya’nın kaynaklarından, endüstriyel altyapısından ve vasıflı işçiliğinden yararlanabilecek bir düşmanın Birleşik Devletlere karşı verebileceği uzun bir savaşa girmeye veya saldırmaya meyilli olabileceğinin görülmesi olduğunu savundular. Askeri planlamacılar bu çalışmayı Ortak Genelkurmay Başkanlığının resmi belgesine dönüştürecek kadar ileri gitmiştir.
1947 baharında, ABD’li yetkililerin en çok korktuğu şey, Sovyet askeri saldırganlığı değildi. Batı Avrupa’nın karşı karşıya olduğu ekonomik zorluklardan, sosyal ve siyasi kargaşadan ve aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’da otoriter bir varlık oluşturmasından daha fazla endişe duyuyorlardı. Komünist Partilerin Fransa ve İtalya’da zaten güçlü bir desteğe sahip olmasının yanında, Yunanistan’da sol ve sağ arasında gerçek bir iç savaş devam ediyordu. Avrupa’nın ortasındaki Almanya dört işgal bölgesine ayrılmış, ülkenin iktisaden toparlanması, barış anlaşmaları yoluyla konulan tazminatlar ve sanayi üretimi üzerine getirilen sınırlamalarla engellenince ülke üzerinde söz söyleyen galip devletler arasında var olan ahenksizlik büyümüştü. Özellikle, Fransa ve Sovyetler Birliği Almanya’nın yeniden dirilişinden korkarak ülkeyi zayıf tutmak için endüstriyel altyapının önemli kısımlarını kontrol etmek istiyorlar, ancak, Alman kömürü, çeliği ve makinesi olmadan Avrupa’nın geri kalanı kolayca ayağa kalkamıyordu. Koşullar bozulmaya devam ettikçe, ABD’li politika yapıcılar Kremlin’in tek bir mermi bie atmadan tüm Avrupa üzerinde hegemonya kurabileceğinden endişe etmeye başladılar.
O zamanki uzmanların çoğu sorunun önemli bir kısmının “dolar boşluğu” olduğunu anlamıştı; pek çok ülkede, ülkenin yeniden inşasında kullanılacak malzemelerin ithalatı ve ihtiyaç duyulan gıda ve yakıtı satın almak için yeterli para olmadığı gibi, 1947 kışının aşırı soğuklar ve şiddetli kar yağışı altında geçirilmesi bu kıtlığı daha da büyütmüştü. Günlük yaşamın sorunlarını anlık düşüncelerle çözmeye zorlanan hükümetler, ithalat için kotalar, döviz kontrolleri ve takas yoluyla ticaret yapabilmek için ikili anlaşmalar oluşturdular. Avrupa çapında, kendine yeterli olma politikası hızla yayılarak bu doğrultudaki hükümet planlamaları kök saldı. Birleşik Krallık’ta, İşçi Partisi ülkenin mali zorluklarını büyüten ana endüstrileri millileştirerek kapsamlı bir refah devleti yaratmış, Londra’nın yurtdışı harcamalarında tasarruf etme arayışı kapsamında diplomatları üzerinden İngiltere’nin Doğu Akdeniz’den çekileceğini, Yunanistan ve Türkiye’de güç boşluğu doğacağını bildirdirmişti. Bu dönemde dünya genelinde liberal kapitalizm ve açık pazarlar oldukça zayıf görünüyordu.
Harekete Geçme Zamanı
Washington’un bu zorluklara verdiği yanıtın merkezinde dikkat çekici bir grup ABD’li politikacı, diplomat ve general vardı: George Marshall, George Kennan, Dean Acheson, Lucius Clay, William Clayton, W. Averell Harriman ve Robert Lovett. Bu liderler geçmişin derslerini iyice içselleştirmişler ve kesişen ekonomik, finansal ve stratejik sorunları herkesten önce kavramışlardı. Marshall, Nisan 1947’de Moskova’da Stalin ile konuştuktan sonra, devam eden müzakere ve pazarlıkların ağırdan alma ve ağırdan almanın da yenilgi anlamına geldiği sonucunu çıkardı. Stalin’in Avrupa’da şartların daha da kötüleşmesi zamanını beklediğini ve bu kötüleşmeden çıkar sağlamayı umut ettiğini sezdi. Bakan’ın bu gözlemlerine önem veren Birleşik Devletler harekete geçmek zorunda kaldı. Marshall Moskova’dan döndüğünde, Kennan ve politika planlama çalışanlarına Avrupa’daki toparlanmaya yönelik bir program hazırlamalarını emretmiş, aynı yılın Haziran ayında, Birleşik Devletlerin yeni stratejisini ilk kez açıklamak üzere Harvard Universitesini seçerek işe başlamıştır.
Marshall Planı hikayesinin yeniden anlatılmasında, Steil, Almanya’nın toparlanmasındaki Amerikan rolünü ve bundan kaynaklanan politik ve stratejik sonuçları vurgulayarak önemli bir katkıda bulunuyor. Marshall ve meslektaşları, Almanya’nın batı bölgelerinin, Avrupa’nın tümünün yeniden inşası için hayati önemde olduğunu anladılar, çünkü özellikle Alman kömürü başka yerlerde de endüstriyel üretimi artırmak için gerekliydi. Aslında, Kennan’ın ilk önceliği Ruhr Vadisi’ndeki kömür üretimini artırmaktı. Marshall’ın Harvard konuşmasından birkaç hafta sonra Ortak Genelkurmay Başkanlığı Almanya’daki işgal bölgelerinin kendilerini desteklemesini zorunlu kılan yeni bir direktif yayınladılar. Bu, Almanya’nın batı bölgelerinde endüstriyel üretim düzeyinin artırılması, Sovyetler Birliği’ne tazminat ödenmesi yükümlülüğünün askıya alınması ve aslında 1945 Ağustos’unda imzalanan Potsdam anlaşmasının bir kenara bırakılması anlamına geliyordu. Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı ve Donanmanın 1947 yılında imzaladığı bir mutabakat metninde “Avrupa’nın etkin hale getirilmesi için yapılacak bir çalışmaya Almanya’nın tam olarak katılmasının zorunlu ve Avrupa’nın ekonomik canlanmasının kömür, gıda, çelik, gübre ve benzeri üretimlerinin artırılmasına, Ren Nehri gibi Avrupa kaynaklarının etkin kullanılmasına bağlı olduğu varsayılmaktadır” denilmişti.
Amerika’lı politika yapıcılar, Almanya’nın canlandırılması düşüncesini inatla takip ettiler. Steil, işgal edilmiş Almanya’nın Amerikan işgal bölgesindeki askeri valisi Clay’i “diktatör” olarak tanımlıyarak “makul şart ve standartlarda iyi huylu biriydi, ama yine de bir diktatördü,” diye yazıyor. Clay, Almanya’nın kapitalizme bağlı olduğunu ve Batı Avrupa ekonomik yörüngesinde kaldığını görmeye öylesine kararlıydı ki, bunun ülkeyi bölmek anlamına gelmesinde dahi bir sakınca görmüyor hatta bu amaç için Çekoslovakya ve Polonya’nın Sovyet Blokuna geçmesine göz yumuyordu. Amerika’lı yetkililer stratejik bir oyun oynayrak önceliklerini sürdürmek için çeşitli fedakarlıklara katlanarak kendi kurguladıkları oyun düzeninde uzun bir Soğuk Savaşı kabul etmeye hazırlandılar.
Diğer yandan, Kennan ve Marshall, Planı genişletererek Sovyetler Birliğini de içine alacak şekilde Avrupa’daki tüm ülkelere yardım etmeye karar verdiler. Marshall, Harvard Ünivesitesindeki konuşmasında girişimin herhangi bir ülkeye veya doktrine yönelik olmadığını, sadece “açlık, yoksulluk, çaresizlik ve kaos” ile mücadele etmeyi amaçladığını söylemişti ki konuşmasında yer alan bu ifade kurnazca edilmiş laflardan ibaretti. Sovyetlerin önüne büyük bir engel koymayı amaçlayan Planla, Avrupa’da desteklenen ülkelerin başarısına bağlı olarak kurucu kilit unsurları birbirine düşürmüş olacaktı. Amerikan politikacılar, Sovyetler Birliğinin bu girişimi içeriden sabote etmesini önleyecek tedbirleri düşünerek, Stalin’in kabul edemeyeceği bir dizi ilkeyi şart koştular. Bu ilkeler Almanya’nın batı bölgelerinin yeniden canlanması ve Doğu Avrupa’nın ticaret ve sermaye yatırımına açılmasını zorunlu kılıyordu. Steil’e göre, Stalin -çünkü Kennan Stalin’in işbirliği önerisini reddebileceğini hesap etmişti- Doğu Avrupa’daki kendi uydularına işbirliği yapmayı yasaklayacak ve etki alanına aldığı bu devletleri sıkıştırmaya devam edecekti. Sovyet dış politikasını inceleyen birçok yeni bilim adamı gibi Steil de, Marshall Planının uygulamaya konulmasına kadar Stalin’in Batı ile minimum işbirliği içinde olmaya niyetli olduğunu göstermek için Rus kaynaklarını kullanıyordu.
Girişim Sovyet liderini “şaşırtmıştı” diye yazıyor Steil, Çünkü, “işbirliği ya da onun herhangi bir türevinin” sona erdiğine dair Stalin tarafından alınmış bir karar ortada yokken, Sovyet lideri güvenlik açısından kendisini son derece endişelendiren bir Alman canlanması ve Doğu Avrupa’daki nüfuz alanını Amerika’nın etkisi altına girmesi riskiyle yüz yüze kalmıştı.
Steil, Stalin’in “1941 Nazi istilası yüzünden sonsuza kadar sürecek bir travma geçirdiğini” vurgulayarak, “ülkesini bir daha asla Alman askeri kapasitesine ve niyetlerine karşı savunmasız bırakmamaya kararlı” olduğunu yazıyor. Kennan’ın öngördüğü gibi, Stalin Çekoslovakya’da komünist bir iktidarın elde edilmesi için adımlar atarak Doğu Avrupa’daki diğer ülkelerde daha fazla kontrol uygulayıp Berlin’i abluka altına aldı. Batı bölgeleri için düşünülen para reformunu engellemek, sınai üretimin artmasını önlemek ve Batı Almanyanın kurulması için alınan kararları tersine çevirmek için Washington, Londra ve Paris’e baskı yapmak istediyse de başarılı olamadı.
İttifakların Gözden Geçirilmesi
Zaten ayrı mahallelere bölünmüş ve Sovyet bölgesinin derinliklerinde bulunan Berlin’i abluka altına alan Stalin, Soğuk Savaş’ın ilk büyük krizini çökertip Washington’u Almanya yaklaşımını gözden geçirmeye zorladı. Marshall Planı başlangıçta Avrupa’daki toparlanmayı teşvik ederek popüler komünist partilere verilen desteği azaltıp Amerikanın siyasi taahhütlerini ve stratejik yükümlülüklerini başka tarafa yönlendirmeyi amaçlıyordu. Ancak, bir süre sonra, Planın kısa vadede savaşı tetikleyebileceği veya Batı Avrupa’yı uzun vadede Sovyet işgaline karşı savunmasız bırakabileceği belli oldu. Fransızlar, Batı Almanya’ya yönelik güvenlik garantileri olmadan Amerikan veya İngiliz girişimlerini kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Fransızlar atılan adımların bir Sovyet saldırısına neden olabileceğinden korkuyor ve canlanan bir Almanya’nın uzun vadeli sonuçları hakkında endişe ediyorlardı.
NATO’yu kuran Kuzey Atlantik Antlaşması, Marshall Planının doğrudan bir sonucu olarak kurulmuştur. Avrupa’daki toparlanma stratejileri Fransızların itirazları nedeniyle tehlikeye girince Marshall, Acheson ve Truman, daha önce kaçındıkları güçlükleri üstlenmeye karar verdiler. Steil’in iddia ettiği gibi, Marshall Planı temelde Moskova’nın Avrupa’ya hakim olmasını önlemek üzere geliştirilmiş jeopolitik bir girişimdi. Amarikalı politikacılar, kıtadaki Sovyet hegemonyasının kendileri için daha fazla savunma harcaması, ülke ekonomisi üzerinde daha fazla hükümet kontrolü, ülke içindeki yıkıcı faaliyetlerin daha fazla izlenmesi ve temel özgürlüklere ilişkin diğer ihlaller için yeni taleplere yol açacağını kabul ettiler. Komünist gücün yurtdışında büyümesi ve gelecekteki bir savaş beklentisiyle ilgili endişeler II.Dünya Savaşı’ndan hemen önce ve savaş sırasında olduğu gibi muhtemelen muhaliflerin, eleştirmenlerin ve azınlıkların daha fazla gözetim ve denetimine neden olacaktı. Amerikan yaşam tarzı risk altındayken, Thomas Jefferson’un “karışıklık ittifakları”nın yasaklanması bile geçerli olmayacaktı.
Steil’in açıklamasında ilginç ve önemli olan, Amerikan girişimine yaptığı vurgudur. 1949’da Marshall’ın yerine Dışişleri Bakanı olarak atanınca, Dean Acheson’un ilk attığı adımlardan biri “Kennan’ın erken dönemde ileri sürdüğü Sovyetlerin güçlenmesini önleme üzerine oturan fikirlerini, ‘saldırı alanları’na dönüştürdü ” Steil, “Acheson ilk önce ‘güç durumları’ yarattıktan sonra Moskova’ya her cephede – siyasi, ekonomik ve askeri- meydan okumaya kararlıydı” diyor ve Amerika’nın Soğuk Savaş’a neden olduğunu veya eğer Washington alternatif bir yol izleseydi Soğuk Savaştan kaçınabilirdi diye iddia etmiyor, Marshall Planı’nın mevcut gerilimleri “hızlandırdığını ve yoğunlaştırdığını” söylüyor.
Herşeye rağmen Steil, Marshall Planını bolca överek, Batı Avrupa’nın ayağa kalkmasının Plan olmadan da gerçekleşebileceğini iddia eden Alan Milward gibi iktisat tarihçilerinin iddialarını reddederek Planın ekonomik büyümeyi hızlandırdığını savunuyor. Steil, Amerikalı politikacıların Fransız ve İtalyan hükümetlerinin tercihlerini karşılamak için ustalıkla nasıl adapte olduklarını açıklayan tarihçi Michael Hogan gibi akademisyenlerle de hemfikir olduğunu söylüyor. Washington’un önceliği, finansal istikrarı teşvik etmek veya ABD ihracatını artırmak değil, Avrupa’daki komünist solu engellemekti diye de ekliyor.
Bugün İçin Dersler
Sonuç bölümünde Steil, 1940’lar ile Soğuk Savaş sonrası yıllar arasında şaşırtıcı karşılaştırmalar yaparak, Mikhail Gorbaçov veya Boris Yeltsin’in Rusya’sı için yeniden yapılandırılmış bir Marshall Planının beklentilerine odaklanmak yerine, son çeyrek yüzyıl boyunca Amerikalı yetkililerin yanlış yönlendirilmiş stratejik düşünce yapılarına dikkat çekiyor. Büyük bir ekonomik yardım programının Rusya’nın iç yaşamına müdahalede bulunulmadan işe yarayabileceği fikrini hızla reddeden Steil, Amerikanın NATO’nun genişlemesine verdiği desteğin üzerinde durarak, Başkan Clinton ve danışmanlarının Rusya’nın güvenlik çevresine naif bir şekilde meydan okuduğunu ve “doğudaki genişlemenin her santiminin Rusya’nın Batı’ya olan güvensizliğini artırmak zorunda olduğunu” fark etmediklerini yazıyor. Marshall Planı ve NATO’nun mimarları “bir hattın çizildiğini kabul ederek onu savunmak için gerekli maliyetleri taşımaya istekli” iken, Clinton yönetimi “hattın varlığını inkar ettiler”, “Büyük devlet adamlarının adımları idealizmden daha az olmamak üzere gerçekçiliğe dayanır ki bu yeniden öğrenmemiz gereken önemli bir derstir.”diye sonuçlandırıyor.
Ancak “gerçekçiliği” neyin oluşturduğunu tanımlamak her zaman cesaret kırıcı bir meydan okumadır. Steil, Amerika tarafından Avrupa’da bir Rus güvenlik alanı olduğunun gerçekçi bir şekilde kabul edilmesi gerektiğini öne sürüyor ve “Rusya’nın dış çevresindeki radikal değişikliklerin güvenlikle ilgili sonuçları olması gerekir” diye yazıyor. Ancak meşru Rus çıkarları nerede sona eriyor ve bugün gerçekçi kırmızı çizgiler nereden itibaren çizilmelidir diye de soruyor. 1947’deki gerçekçilik, Batı Avrupa’yı ve Batı Almanya’yı Sovyet hakimiyetinden korumak anlamına geliyordu, ancak Baltık ülkeleri, Kırım, hatta Ukrayna’nın tümü ve Doğu Avrupa söz konusu olduğunda bugün için gerçekçiliği ne oluşturur? Steil (anlaşılır bir şekilde) bu kafa karıştırıcı soruları okuyucuların istediği açıklık ve özgüllükte cevaplamıyor.
Bununla birlikte, Marshall Planı’nın dikkatli bir şekilde incelenmesi, bize bir yönetimin felaket bir başlangıçtan sonra dış politikanın yeniden düzenlemesi için ne yapması gerektiğini göstermektedir. Truman’ın Beyaz Saray’daki ilk 20 ayı hayal kırıklığı yaratmıştı, çünkü kendi de kabul ettiği üzere, Franklin Roosevelt’in ölümünden sonra ülkeyi yönetmeye hazırlıklı olmadığı gibi ilk 20 ay içinde çoğu zaman hayal kırıklığına uğramış veya kafası karışmıştı. Danışmanları birbirlerine düşmüş görünüyor ve ilk Dışişleri Bakanı James Byrnes onu kasıtlı olarak karanlıkta tutuyor, herşeyi Başkana bildirmiyor gibiydi. Bu arada, artan enflasyon ve işgücünün içine düştüğü büyük kargaşa popülaritesini aşındırdı. Ekim 1945 tarihli bir mektubunda Truman, “Kongre her şeye direniyor, işgücü çıldırma noktasında, yönetim kendini düşünmekten başka bir iş yapmıyor. Kabinemde, en azından bazılarında, Potomac ateşi var. Burada, Washington’da yıllardan beri var olan operalar yerine kamusal hayatın her santimetrekaresi kerameti kendinden menkul primadonnalarla dolu” diye yazıyor.
Ancak Demokratların 1946 kongre seçimlerindeki yıkıcı yenilgisinden sonra, Truman yönetime bir ayar vererek yeni bir Dışişleri Bakanı atadı, Acheson ve diğerleri tarafından ustalıkla desteklenen Marshall Bakanlığa dönerken, Kennan’ın Politika Planlama Personeli tarafından yönetilen düzenli bir politika üretim birimi oluşturuldu. Dikkatli bir çalışma ile bu politika yapıcılar, ABD’nin Avrupa’daki çıkarlarına yönelik gerçek tehditlerin Sovyet askeri yetenekleri değil, ekonomik ve siyasi kargaşa olduğu sonucuna vardılar. Amerika’nın önceliklerini de buna göre belirlediler: Batı Avrupa’yı yeniden inşa etmek ve ülkeleri birbirine entegre etmek, Almanya’nın batı bölgelerini canlandırmak ve birleştirmek ve Avrupa solunun yükselişini engellemek. Bunu yapmamanın maliyetlerini de açıkladılar: Avrupa’nın bölünmesi, Çin’in “kaybı” ve yoğunlaşan Soğuk Savaş.
Stratejilerini uygulamak için, Senato Dış İlişkiler Komitesi Cumhuriyetçi Başkanı Michiganlı Senatör Arthur Vandenberg ile Marshall Planı’nın geçmememe ihtimalini ortadan kaldırmak üzere her iki parti ile de işbirliği yapacak şekilde bıkmadan, yorulmadan çalıştılar. Kamuoyunun önemini kabul ederek, muazzam bir halkla ilişkiler kampanyası başlatıp, desteği harekete geçirebilmek için bilinçli olarak anti-komünist sloganlarla manipüle ettiler. Dış politika girişimlerini açıklayan dikkatli bir bütçe hazırladılar, yeniden silahlanma için finansmandan önce Avrupa’nın yeniden inşası için ödenek koydular. Gerektiğinde, stratejik taahhütlere ve Kuzey Atlantik Antlaşması’nın imzalanmasına duyulan isteği kabul ederek yaklaşımlarını değiştirdiler.
Marshall Planı’nı başarılı kılmak için gereken de buydu zaten.
*Foreign Affairs’te 2 Eylül 2018’de yayınlanmıştır.
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.