2005 yılı Temmuz ayında önemli sayılabilecek bir ameliyat geçirdim. Üç gün hastanede yattıktan sonra eve çıktım. Nekahet dönemimi de bazı kısıtlar nedeniyle evde geçirmek zorunda kaldım. Bu süre zarfında zamanı geçirebilmek için eşim bana bir kitap hediye etmişti. Kitap 16. Yüzyılda Orta Amerika üzerinden Japonya’ya çok zor şartlarda ulaşan bir İspanyol denizcinin hatıralarını kapsıyordu. Bu ilginç kitabı bir çırpıda okudum.
Kitapta iki farklı kültürün ilk karşılaşması çok etkileyici bir şekilde betimlenmişti. Japonların İspanyolları ilk gördüklerinde kötü kokmaları nedeniyle hemen hamama sokmaları, İspanyolların ise Japonya’da tuvalet temizliğine verdikleri önemi hayretle gözlemlemeleri kitabın başlarında anlatılan konulardan biriydi. Ayrıca kılık kıyafet farklılıkları, yemeklerdeki farklılıklar, yemek adabı gibi pek çok konuya da detaylı bir şekilde değinilmişti.
Ertesi yıl ailece yurtdışına bir seyahat yapmaya karar verdik. Benim aklıma okuduğum o kitap nedeniyle hemen Japonya geldi. THY’nin Miles&Smiles programında birikmiş ve üç kişilik ailemizi Tokyo’ya götürüp getirecek puanımız vardı. Mayıs 2006 için biletlerimizi aldık. Daha sonra internet üzerinden Japon demiryollarının seyahat acentesi vasıtasıyla kısa bir tur paketi satın aldık. Bu tur bize çok kısa da olsa bir Japonya deneyimi verecekti. İki gece Tokyo, sonra otobüsle Fujiyama, oradan trenle Kyoto. Orada iki gece konakladıktan sonra otobüsle Nara ve aynı gün trenle Tokyo’ya dönüş. Turun sonuna Tokyo’da üç gün daha eklemiştik. Bunlardan birinde de, okuduğum kitapta, Osaka’dan Tokyo’ya uzanan posta yolu üzerinde olduğu ve posta arabalarının at değiştirdiği anlatılan Magome köyüne gidecektik.
Bu yazımda sizlere diğer gezi anılarımdan farklı olarak gezdiğim yerlerden çok Japon kültürüyle ilgili bana ilginç gelen bazı gözlemlerimi iki bölüm halinde aktarmaya çalışacağım. Zira Japonya’ya ilk ayak basan İspanyollar kadar olmasa da ben de bu değişik kültürden epey etkilenmiştim.
İlk gözlemim 11 saate yakın süren İstanbul-Tokyo uçuşuyla ilgili. Uçakta biz üç kişi ve uçuş ekipleri hariç herkes Japon’du. Hatta THY kabin ekibinde bile bir Japon vardı. Boş koltuğun olmadığı bu uçuşta ekipler ve biz dışında herkes maske takmıştı. Daha o zamanlar korona salgını filan da ortada yoktu. Uçuş esnasında doğal olarak birkaç kez tuvalete gitmem icap etti; en son da inmeden önce. Uzun yıllar havacılık sektöründe çalıştığımdan bir buçuk saatin üzerindeki uçuşların sonuna doğru, özellikle de yemek yendikten sonra tuvaletlerin nasıl rezil bir hale dönüştüğünü çok iyi bilirim. Daha uzun uçuşlarda ise kabinin içi de çöplüğe döner.
Tokyo’ya yaklaşırken kabini bir baştan bir başa geçerek tuvalete giderken ilk dikkatimi çeken uçağa ilk bindiğimiz andaki kadar temiz olduğuydu. Tuvalete girdiğimde ise şaşkınlığım daha da arttı. Tuvalet sanki yeni temizlenmiş gibiydi. Yazımın başında bahsettiğim İspanyol’un Japonlarla ilgili gözlemi 400 yıl sonra geçerliliğini koruyordu. Japonlar uçaklarda, trenlerde işlerini bitirdikten sonra bir ıslak bezle tuvaleti temizliyor, ancak ondan sonra tuvaleti terk ediyorlardı.
Tokyo’da pasaporttan geçerken bir kere daha şaşırdım. Ailece pasaport işlemlerinin yapıldığı bankolardan birinin önüne geldiğimizde, bizi son derece saygılı bir kadın pasaport memuru karşıladı. Oturduğu yerden ayağa kalktı, gülümseyerek başını öne doğru eğerek bizi selamladı, işlemimizi yapıp yine başıyla selam vererek pasaportlarımızı iki eliyle ve büyük bir saygıyla bize uzattı. O an aklıma Avrupa ve Kuzey Amerika’daki pasaport memurları gelmişti.
Bavullarımızı alacağımız karuzele geldiğimizde üçüncü bir sürpriz bizi bekliyordu. Bandın etrafında birbirinin önüne geçmeye çalışan bir kalabalık yoktu. Herkes belli bir mesafeden banda düşen bagajları izliyor, ancak kendi bagajı geldiğinde ilerleyip bagajını alıyordu. Son yıllarda bu uygulama ülkemize de geldi, hatta bavul bantlarının 50 santimetre kadar açığına çizgiler çekildi ve yolculara bagajınız görülene kadar bu çizginin içine geçmeyin mesajı verildi ama hala konuya yeterli hassasiyet göstermeyen yerli yabancı epey yolcu var.
O gün kent merkezinde olan otelimizden çıkarak yürüyerek daha önceden belirlemiş olduğumuz birkaç yeri gezdik. İmparatorun sarayının giriş kapısı, Japon savaş kahramanları ve İkinci Dünya Savaşı’nda savaş suçu işleyenlerin küllerinin bulunduğu Yasukuni-jinja mabeti, 1964 Tokyo Olimpiyatları’nın yapıldığı yer ve Ginza semti civarında yaptığımız yürüyüşler ilk aklıma gelenler.
Japonya’da pek çok tapınak gezdik. Ben de gezinin bazı bölümlerinde bize refakat eden rehberimize Japonların dine bakışını sorma fırsatı buldum. Anlattığına göre genellikle Budist olarak doğar, sonra Şinto dinine geçerlermiş. Şinto olarak da ölürlermiş. Duaları da ağırlıklı olarak huzur içinde ölmek üzerineymiş. Yani sonsuzlukta huri veya gılman beklentisi içinde olmazlarmış.
Japonya’da bulunduğum süre içerisinde kendimi biraz Gulliver cüceler ülkesinde gibi hissetmiştim. Hemen hemen sokaktaki herkesten 10-15 santim kadar uzundum. Zaten fizyoloji olarak da herkesten farklıydık. Japonlar da o zamanlar bugünkünden daha homojen bir toplumdu ve fark ettirmemeye çalışarak bize ilgiyle bakıyorlardı. Bizi izleyenleri fark edip baktığımızda ise derhal gözlerini kaçırıyorlardı.
Bir akşam bir suşi restoranına gittik. İçeri girmeden, vitrindeki plastik maketleri inceleyerek yiyeceğimiz suşi menüsünü seçtik. Çeşitli suşilerin olduğu büyük bir tabaktı…
Japonlar arasında yabancı dil bilen son derece sınırlı olduğundan bu ülkede işaret dili oldukça önem kazanıyor. İçeride garsona isteğimizi menü üzerinden göstererek ilettik. Biraz sonra gelen suşilerimizi yasemin çayı eşliğinde keyifle yemeğe başladık. Ancak restorandaki diğer müşterilerin çaktırmadan bizi izlediklerini fark ettik ve rahatsız olduk. Meğer ısmarladığımız suşi miktarı bizim için doyurucu bir miktarken Japonlar için neredeyse on kişilik bir ziyafette sunulacak boyuttaymış ve millet bizi o nedenle hayretle izliyormuş. Onlar genelde bizlerden çok daha minyon olduklarından ve bizim gibi doyana kadar tıka basa yemediklerinden dikkat çekmiştik.
Daha önceden öğrenmiş olduğumuzdan, restoranda hiç bahşiş bırakmadan masadan kalktık. Okuduğum kadarıyla Japonya’da bahşiş olarak masada para bırakırsanız arkanızdan koşarak masada unuttuğunuzu düşündükleri parayı size getirirlermiş. Ayrıca Japonya’da bahşiş vermenin aşağılayıcı bir yanı olduğu da söyleniyor. Çok lüks restoranlara gitmediğiniz taktirde, yemeğini bitirenlerin masayı ıslak bir bezle sildiğini de göreceksiniz.
Japonya’da yaygın olarak suşi barları da var. Buralarda değişik yemek seçenekleri önünüzden bir bant üzerinde geçiyor. Beğendiğinizi alıyorsunuz. Bizim gittiğimiz suşi barların birinde seçtiğiniz her yemek türünün tabakları ayrı renkteydi. Hesap istediğimizde parayı tahsil edecek kişi supermarket kasalarından bildiğimiz bir infrared okuyucuyla gelmiş ve üstüste koyduğumuz biten yemeklerin tabaklarını yukarıdan aşağıyla tarayarak ödememiz gereken rakamı belirlemişti. Tabakların kenarındaki farklı renkler ve şekillerden oluşan kenar süsleri meğer bu işe yarıyormuş.
Japonya’nın kutsal dağı Fujiyama’ya rehberli bir tur otobüsüyle gittik. Biz Japonya’ya gittiğimizde ülke bugün hala kurtulmaya çalıştığı büyük bir ekonomik durgunluğun içerisindeydi. 70 yaşında olduğunu söyleyen rehberimiz de bir sohbet esnasında ekonomik şartlar nedeniyle para kazanmak için emekli olduktan sonra bu işi yapmak zorunda kaldığını söyledi. Tek başına yaşıyormuş. (18 yıl sonra şimdi ben de 69 oldum!) Adamın haline çok üzülmüştüm.
Oldukça düzgün bir İngilizcesi olan bu rehberimiz her Japon gibi dakikliğe çok önem veriyordu. Ara sıra durduğumuzda tekrar otobüste buluşma zamanı olarak verdiği saatler tipik bir Japon kültürü örneğiydi: ‘Saat 12:04’te yeniden otobüste olun lütfen’. Zaten otobüse binerken de herkesin saatini ayarlatmıştı. Ancak o gün otobüste epey bir Güneydoğu Asyalı turist vardı ve hiçbirinin zaman nosyonu yoktu. Yaşlı rehberimiz her seferinde etrafta koşuşturup onları toparlar, otobüse geldiğinde de onlara kızmak yerine biz vaktinde gelenlerden gecikme için özür dilerdi.
Rehberimiz görev başında
Rehberimiz farkında olmadan bize bir kaliteli iletişim dersi de verdi. Bir şeyi bizim kafamıza iyice yerleştirmesi gerektiğini düşündüğünde vereceği mesajı belli aralıklarla üç değişik cümle ile iletiyordu. Örneğin ‘Yola çıkmak için saat 15:03’de buluşacağız’ dedikten bir süre sonra ‘Bugünkü yolculuğumuza saat 15:03’de devam edeceğiz’, daha sonra da ‘Nagoya’ya gitmek için otobüsümüze 15:03’de bineceğiz’ diyordu.
Fujiyama’ya vardığımızda buluttan zirve gözükmüyordu. Yine de bir yerde otobüsten indik ve karlı bir ortamda oğlumla birlikte birbirimizin fotoğrafını çekmeye karar verdik. O yıllarda daha cep telefonuyla fotoğraf çekme teknolojisi yaygınlaşmamış olacak ki Olympus marka bir instamatik makineyle bu işi yapıyorduk. Tabii bu arada 10 metre kadar ötede poz verene ‘sağa git, başını kaldır’ vs gibi seslenmek gerekiyordu. Tam o sırada bir genç koşarak geldi ve ‘Abi benim de bir fotoğrafımı çeker misiniz’ diye sorarak kamerasını uzattı. Allah’ın dağında bile Türkçe konuşurken dikkat etmek, hatalı bir şey söylememek lazım diye düşünmüştüm. Çocuğun babası Sakarya’da Toyota fabrikasında çalışıyormuş. Eğitim görmek için Japonya’ya gönderilmiş. Oğlu da bu fırsattan istifade Japonya’yı görmek için babasının yanına gelmiş. Yakışıklı bir pozunu çektik, teşekkür ederek gitti.
Fujiyama’dan sonra göllerin olduğu bir bölgede yaptığımız kısa bir teleferik yolculuğu ve tekne seyahatinden sonra Kyoto’ya gitmek üzere tren istasyonuna gittik. Platformda yerlere belli aralıklarla perona dönük ‘U’ şeklinde beyaz çizgiler çekilmişti. Trene binecek yolcular da bu ‘U’ların arkasına sıra oluyordu. Shinkansen denilen hızlı trenin gelmesini bekliyorlardı. Bizim tren de tarifesinde belirtildiği gibi saat tam 15:43’te perona girdi ve durdu. Vagonların kapıları da tam ‘U’ların bulunduğu yere gelmişti. Önce inecekler indi, sonra bizler sırayla vagona bindik ve yerlerimize oturduk. Vagonun içi dar gövdeli bir uçak kabinine benziyordu.
Bize algı operasyonlarıyla hızlı tren diye yutturulan trenlerle Shinkansen’in hiç alakası yok. O zamanki Shinkansen trenleri bugün Türkiye’de işletilse ve raylar düzgün olarak döşenmiş olsa, İstanbul-Ankara arası 1 saat 10 dakikaya inerdi. Halbuki bizde YHT ile dört saate yakın sürüyor. Trende camdan baktığınızda her şey uçup gidiyor, raya yakın dikilmiş ağaçlar ise adeta bir duvar görünümü oluşturuyordu. Bizde lüks otellerde görmeye başladığımız Toto marka tuvaletler de vagonlarda standart olarak kullanılıyordu ve tuvaleti kullanan herkes, tahmin edebileceğiniz gibi, klozeti bal dök yala şeklinde temizleyerek bırakıyordu.
Günümüzde uçaklarda standart hale gelen vakumlu tuvaletler de ilk olarak Shinkansenler için geliştirilmiş, zira saatte 300 km ile hareket eden bu trenler tünele girdiklerinde oluşan basınç farkı nedeniyle klasik tuvaletlerdeki tüm pislik geri püskürüyor ve duvarlara ve tavana yapışıyormuş.
(Devamı haftaya)
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.